II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI BERLİN DUVARI’NIN YIKILIŞINA KADAR ALMANYA’NIN DURUMU(1945-1990)

464px-Deutschland_Besatzungszonen_1945_1946.png
Tahran(1943) ve Yalta(Şubat 1945) Konferansları’nda yapılan görüşmelerde Almanya’nın işgal bölgelerine ayrılması.

Özet

20. yy içerisinde Almanya’nın büyük bir devlet olma amacı ve Wersailles(Versay) prensiplerinin yok sayılması 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı’na giden süreçleri hızlandırmış, iki büyük dünya savaşında Alman menfaatlerinin geliştirilmesi ve yayılma politikası gütme arzusu düşünülürken her iki savaşta da Almanya büyük bir yenilgiye uğramıştır. Müttefikler Almanya’nın gücünü kırmış, Bu durum Almanya’da müttefikler tarafından bölünmeyi beraberinde getirmiştir. Fakat müttefiklerden ABD ile Rusya’nın Avrupa’daki politikaları sonucu oluşan ve Soğuk Savaş denilen iki kutuplu politik bölünmenin merkezinde Almanya yer almış, Almanya batı ve doğu olmak üzere ikiye bölünmüş, bu bölünme sonucu toplumsal, siyasi, hukuki ve ekonomik farklılıklar meydana gelmiştir. Bu bölünmeden Berlin de nasibini almış, Berlin şehri de bir duvar çekilerek doğu ve batı kısımlarına ayrılmıştır. Batıya dönük Federal Almanya Cumhuriyeti ile Sovyet güdümünde olan Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin birleşmesi ancak 1989’da Berlin duvarının yıkılması ile sağlanabilmiştir.

Dünya savaşı sonrası durum ve Soğuk Savaş’ın Başlangıcı

20. yüzyılın diplomatik tarihi; Avrupa dengesinin yerini alan dünya dengesi, karar yetkisinin iki devlet tarafından paylaşılması ve kıtalararası dayanışmadan doğan birlik olarak 3 temel özellik göstermektedir. İki devlet arasında dengenin kurulmasının ardından İngiltere dâhil diğer ülkeler tarafsızlık hali dışında ikna ya da tehdit, cesaret ya da korku, irade veya zaaf gibi sübjektif etkiler altında siyasi dengeyi ya düzenin ya da kötü güçlerin lehine kurabilecek hale gelmişlerdir. Silahlanmanın kötü sonuçları karşısında barış isteyen güçler felaketi önleyemez duruma geldiğinde Dünyanın ya iki süper devletten birinin aracılığıyla birleşmesi ya da yok olması seçeneklerinden birini tercih etmek zorunda kalacağı açıktır.

1917’de 1. Dünya savaşına girmesinden bu yana Amerika, Avrupa’dan gelmesi muhtemel saldırma potansiyelinin önlenmesinin bölgede kendi çıkarlarına uygun olduğu yönünde bir politika benimsemiş, bu da bölgede kendi çıkarları konusunda ters düştüğü SSCB ile yüzleşmesine sebep olmuştur.

İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in Mart 1946’da Doğu Avrupa’nın üzerinde demir perdenin çekilmekte olduğunu söylemesi Soğuk Savaş’ın başlangıcının habercisiydi. Artık ABD önderliğinde Batı Avrupa ile SSCB önderliğinde Doğu Avrupa ideolojik zıtlıklarla dolu bir mücadeleye girmişti. Ama bu mücadele, 2 büyük dünya savaşından ders çıkarmış olan Avrupa Devletlerinin silahlarla savaşması şeklinde olmamış, iki taraf arasında psikolojik harp, istihbarat toplama faaliyetleri, siyasi tartışmalar, diplomatik krizler şeklinde olmuştur diyebiliriz.

İkinci dünya savaşından sonra Avrupa’nın ikiye bölünmesi engellenememiş, Nazi Almanya’sına karşı aynı safta yer alan ABD ile SSCB bu sefer Almanya’nın geleceği konusunda Yalta ve Potsdam Konferanslarında görüldüğü üzere ihtilafa düşmüşlerdir. Bu da Almanya ile Polonya konularında bunalımlara yol açmıştır.

Bu dönem SSCB’nin 1948’de uyguladığı abluka ve Çekoslovakya’daki 1948 darbesi üzerine Nisan 1949’da NATO(Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurularak ABD başkanlığında biraraya gelen devletlerin herhangi bir saldırı karşısında güvenliklerini korumak amacıyla ortak savunma teşkilatı oluşturmak hedeflenmiştir.

Bu gelişmelerden sonra Bağımsız Batı Almanya’nın 1955’te NATO’ya dâhil edilmesine ve Batı Almanya Ordusu’nun kurulmasına izin verilmesine tepki olarak SSCB tarafından 1955 yılında Varşova Paktı kurulmuş, Varşova Paktı üyeleri olan Doğu Avrupa ülkelerinin askeri sistemleri Kızıl Ordu başkanlığında bir bütün haline gelmiştir. Artık Avrupa sadece siyasi ve politik olarak değil aynı zamanda askeri olarak da ikiye bölünmüştür. Bu yapı 1989 Berlin duvarının yıkılışına kadar devam edecektir.

İki Almanya

2. dünya savaşının bitmesine yakın bir zamanda, Nazi Almanya’sının Müttefikler karşısında teslim olduğu 8 Mayıs 1945 yılından geriye artık yenilmiş, yıkık ve savaş yorgunu bir Almanya yer alıyordu. Kızıl Ordu’nun Berlin’e girdiği bu tarihte ölü sayısı çoğu sivil olmak üzere resmi rakamlara göre 35 milyon, resmi olmayan kaynaklara göre ise 70 milyondu. Savaş, yenilgi ile birlikte ekonomik krizi de beraberinde getirmişti. Alman halkı bu vahim durumda bir varoluş aramaya çalışırken işgal güçleri dâhil kimsenin bu dönemde geleceğin ne getireceği konusunda fikri bulunmamaktaydı.

Başlangıçta zafer kazanan müttefikler kararsızdı ve Almanya’nın geleceğiyle ilgili farklı planları vardı. Savaş sırasında Tahran(1943) ve Yalta’da (Şubat 1945) yapılan görüşmelerde Almanya’nın işgal bölgelerine ayrılması konusunda uzlaşmaya varılmış, Yalta Konferansında İngiltere, ABD ve SSCB gibi Nazi Almanya’sından ağır darbeler almış olan Fransa’nın da bir bölgeye sahip olması gerektiği karara bağlanmıştır. Fransa, ABD ve İngiltere savaş bölgelerini birleştirerek, 23 Mayıs 1949’da Federal Almanya Cumhuriyeti’ni kurarken, 7 Ekim 1949 senesinde de Sovyetler Birliği kendi işgal bölgesinde Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni kurar. Fakat hala tazminatlar ile yeniden kurulan Polonya’nın batı sınırı gibi konularda sorun devam etmekteydi. Bu konular Potsdam Konferansı’nda(Temmuz-Ağustos 1945) ABD, İngiltere ve SSCB arasında tekrar gündeme geldi. (Bu Konferansa Almanya’da işgal bölgesine sahip olmasına rağmen Fransa katılmamıştı.) Potsdam Konferansında alınan kararlar gereği Almanya’da Naziler’in cezalandırılması ve ülkeden temizlenmesi için Nürnberg Mahkemesi kurulmuş, Almanya’nın silahsızlandırılmasına karar verilmişti. (Antimilitarizm, Antimonopolizm ve Antifaşizm) Fakat farklı işgal bölgelerinde aynı şekilde uygulanabilecek bir politika mevcut değildi. 8 Mayıs 1945’te koşulsuz şartsız teslim olmuş Almanya artık işgal ülkesi haline gelmişken bir barış antlaşması söz konusu olamazdı. Polonya’nın sınırları geçici olarak Oder ve batı Neisse nehirlerinin oluşturduğu hat olarak kabul edildi. Almanya böylece Batıya taşınıyor, kaybedilen Doğu toprakları Polonya’ya ve SSCB’ye katılıyordu.

Berlin’de 4 gücün kontrolünde kurulan Müttefik Kontrol Konseyi farklı işgal bölgelerinde politikaları eşgüdümlemeyi amaçlıyordu. Fakat Potsdam Konferansı’nda alından kararlar belirsiz ve geneldi. Bu konferansta Almanya’da demokratik bir siyasi rejimin kurulması kararı alınmışsa da müttefiklerin bunu farklı anlamaları sebebiyle 1948’e kadar işgal bölgelerinin birleştirilerek yeni bir Almanya’nın kurulması için yapılan toplantılar olumlu sonuç vermedi. Berlin Buhranı Batılılara böyle bir ümidin yersizliğini ve Almanya’nın bölünmüşlüğünün bir gerçek olduğunu gösterdi. Bu sebeple, hiç değilse kendi işgal bölgelerini birleştirerek Batı Almanya’yı bütünleştirmek istediler. 1948 Eylülünde Bonn’da toplanan bir Kurucu Meclis anayasa çalışmalarına başladı ve Hitler’in üçüncü Reich’ının çöküşünden 4 yıl sonra 23 Mayıs 1949’da da Federal Alman Anayasası ilan edilerek Batı Almanya veya resmi adı ile Federal Alman Cumhuriyeti ortaya çıktı.

Buna karşılık Sovyetler de 30 Kasım 1948’de Doğu Berlin’de komünistlere ayrı bir belediye meclisi kurdurarak bunu tanıdılar. Batı Berlin’de de 5 Aralık 1948 de belediye seçimleri yapıldı ve orada da ayrı bir belediye kuruldu. Almanya gibi Berlin de ikiye ayrılmıştı. Öte yandan, Federal Alman Cumhuriyeti’nin kurulmasının üzerine Sovyetler de kendi işgal bölgelerinde 1949 Ekiminde Demokratik Alman Cumhuriyetini kurdular.

Berlin Buhranı, savaş sırasında Batılılarla Sovyet Rusya arasındaki işbirliğinin sona erdiğini ve Dünyanın Doğu ve Batı Blokları olarak ikiye bölündüğünü gösteren bir hadise olmuştur.

Bölündükten sonra Almanya

Başlangıçta iki Almanya’nın anayasası birbirine benziyordu. İkisinde de devletin resmi başı hükümetin siyasal liderleri ve cumhurbaşkanı idi; ikisinde de ulusal seçimlerin sonucunda halkı temsil eden alt meclis ve Lander adı verilen bölgeleri temsil eden üst meclis vardı. İki anayasa da toplumsal ve ekonomik sistem sunmuyordu. Almanya Federal Cumhuriyeti anayasasına baktığımızda “temel anayasa” denilecek kadar geçici olduğu kadar bu anayasanın merkezinde iki devletin de zamanla yeniden birleşmesinin amaçlandığı görülür. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin anayasasında da bu birleşmeyi olası kılacak hükümler yer almaktaydı. Fakat birleşmeyi isteyen bu iki anayasaya rağmen temel ilke farklılıkları buna engel olmaktaydı. Almanya Federal Cumhuriyeti’nde demokrasi, izin verilen birçok parti arasında 4 yılda 1 yapılan özgür ve genel seçimlere dayanırken Alman Demokratik Birliğinde ise Marksist-Leninist Demokratik Merkeziyetçilik ilkesine dayanmaktaydı.

Batı Almanya

Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa’nın işgali altında bulunan on bir eyaletin(Lander) federal bir siyasi çatı altında teşkilatlandırılması ile oluşan Almanya Federal Cumhuriyeti, merkeziyetçi yanı ağır basan federal bir devlettir.

Yeni Alman Batı meclisi olan Bundestag’da yapılan Ağustos 1949 seçimlerinde CDU(Hristiyan Demokratik birliği – Christlich Demokratische Union Deutschlands) en büyük parti olarak öne çıkmış, 1957 yılında Katolik ve Weimar Cumhuriyeti’nde* Köln eski belediye başkanı olan Konrad Adenauer CDU’ya zafer kazandırmış, Batı Almanya’nın ilk Şansölyesi seçilmişti. FDP’den(Özgür Demokrat Parti – Freie Demokratische Partei) Theodor Heuss da ilk devlet başkanı seçildi ve böylece “Restorasyon Dönemi” başladı. (Adenauer 14 yıl iktidarda kaldıktan sonra 1963’te emekli olacaktı.) Adenauer dönemi batıya sıkı sıkıya bağlı olunmuş, Batı Almanya’nın savaş sonrası gelişiminin önü açılmıştı.

Batı Politikası – West-Politik

Adenauer bölünmüş Almanya’yı birleştirmek istiyordu, fakat bunun o günün soğuk savaş şartlarında mümkün olmadığını kısa zamanda anladı ve Batı ülkeleriyle ilişkileri geliştirmeye çalıştı. Şansölye Adenauer’a göre Batı Avrupa’ya bağlı olduktan sonra Alman birleşmesi mümkün olabilirdi. Batı Almanya’nın Batı Avrupa’ya bağlılık göstermesi Doğu’daki Komünizme karşı set çekmeye çalışan Batı Avrupalıların bütünleşmesine yönelik Amerikan politikaları ile uyumluluk göstermekteydi. Kısacası bu Batıya bağlılık hem Almanya’nın hem de Amerika’nın işine gelmekteydi. Ayrıca bu durum bazı gelişmelere neden olmuştur.

Almanya Federal Cumhuriyeti, Ekim 1949’da Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nün(OEEC) üyesi oldu. Nisan 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’na(ECSC) girdi. Aynı yıl Mayıs ayında Avrupa Konseyi üyesi oldu. 1957 Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun(EEC) kurucu üyesi olan Alman Federal Cumhuriyeti 1955’te işgal durumunun sona ermesinin ardından 1949’da kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne(NATO) üye oldu. Yurtiçinde yaşanan muhalefete rağmen 1956 Anayasal düzenlemeye göre Alman Federal Cumhuriyeti artık resmi bir ordu sahibi oldu.

Artık birçok alanda gelişmekte olan Almanya Federal Cumhuriyeti geçmişi bastıran maddeci ve Anti-Komünist bir toplum olarak çıkmıştı. Eski Naziler de 1950’lerin yeni Muhafazakâr Almanya’sıyla bütünleşmiş gözükmekteydi.

Batı Politikasının uluslararası sistemde de onaylanmasıyla Adenauer, Federal Almanya’yı doğudaki Almanların da temsilcisi saymaya başlamıştı. İmparatorluğun savaş sonrası ve öncesi borçlarının tamamını oluşturan 14 milyar Mark’ı ve Yahudilere iyileştirme tazminatını Federal Almanya ödemişti. Ayrıca 1953-1965 arası İsrail’e 1.78 Milyar Dolar tazminat ödemiştir. Doğu Almanya ise bu tür ödemeler yapmamıştır. Bu sebeplerle, “Hallstein Doktrini” gereğince, Demokratik Almanya Cumhuriyeti ile ilişki kuran üçüncü ülkelerle ilişkilerin kesilmesi gündeme gelmiştir. Ancak ilerde, Sosyal Demokrat Partisi Willy Brandt önderliğinde ve dışişleri bakanı Schröder desteğiyle doğuya karşı yumuşama politikası başlayacak ve yeni bir döneme girilmiş olacaktır.

Doğu Almanya

Siyasal ve sosyoekonomik değişimlerin devam ettiği Doğu Almanya’da ise durum şöyle idi:

Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği’nin kendine bağlı devletler oluşturarak güvenliğini temin etme amacına yönelik politikasının bir sonucu olarak doğan Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Wilhelm Pieck, devlet konseyi başkanı da Otto Grotewohl’dur. Fakat yönetimde gerçek iktidar sahibi, Doğu Almanya’nın siyasi hayatında birinci güç olan SED Partisi(Almanya Sosyalist Birlik Partisi – Sozialistische Einheitspartei Deutschlands) birinci sekreteri Walter Ulbricht idi.

1952’de Büyük bölgeler teşkil eden Lander’lar kaldırılıp merkezden daha kolay idare edilebilecek şekilde küçük bölgeler(Bezirk’ler) yer aldı. 1958’de Lander’ı temsil eden meclis geçici olarak kaldırıldı. SED Partisi bir dizi tasfiye geçirdi ve partinin lideri Walter Ulbricht oldukça güçlü bir şekilde çıkış sağladı.

Bu partinin ekonomik politikaları karşısında bir hoşnutsuzluk meydana gelmişti. 1953 baharında ekonomik şartlar Doğu Almanya’da da kötüleşmekte idi. Yiyecek maddeleri karneye bağlandığı halde, hükümet gereken yiyeceği karne ile veremeyecek duruma geldi. Bunun üzerine Doğu Almanya’nın Komünist Partisi lideri Walter Ulbricht, Sovyet Rusya’ya başvurup yardım istedi. Sovyetler bu isteğe menfi cevap vermekle birlikte, sosyalistleştirme kampanyasını yavaşlatmasını ve halkın üzerindeki siyasi baskıların hafifletilmesini tavsiye ettiler. Lakin Ulbricht, 28 Mayıs 1953’te yayınladığı bir kararname ile üretimi arttırmak için, çalışma şartlarını daha da ağırlaştırınca Moskova’daki kollektif liderlikten de cesaret alan, Doğu Alman Komünist Partisi içindeki liberallerin Ulbricht’e karşı çıkmaya başladı. Komünizmden kurtulmak için Doğu Alman halkından her gün yüzlercesi Batı Berlin’e kaçıyordu. Bir yandan Stalin’in ölümü, öte yandan Komünist Partisi içindeki görüş ayrılıklarından cesaret alan Doğu Berlin’deki işçiler 16 Haziran 1953 sabahı ayaklandılar. Başlangıçta bir kaç yüz kişi olan bu inşaat işçilerine, bir kaç saat içinde katılmalar oldu ve geniş bir ayaklanma haline gelen gösteriler o gün bütün Doğu Berlin’e yayıldı. İşçiler, çalışma şartlarının hafifletilmesini ve fiyatların düşürülmesi yanında, hükümetin istifasını ve gizli ve serbest seçim istiyorlardı. 17 Haziran sabahından itibaren durum daha da kötüleşti. Doğu Berlin’in kenar mahallelerinde toplanan kalabalık şehrin merkezine doğru yürümeye başladı. Genel grev ilan edilmişti. Binlerce insan şehrin merkezindeki hükümet binasına saldırdı. Meşhur Brandenburg Kapısı üzerindeki kızıl bayrak indirilerek yakıldı. Bu durum karşısında şehirde bulunan iki Sovyet zırhlı tümeni harekete geçti. Halk ile Sovyet askerleri arasında çatışma yaşansa da 17 Haziran akşamı saat 19.00 sıralarında Sovyet kuvvetleri şehre hâkim olmuş ve ayaklanmaları bastırmışlardı.

Doğu Berlin ayaklanması diye bilinen bu isyan bir devrim amaçlamıyordu. Liderden yoksun bir protesto ayaklanması olan bu ayaklanma SED Partisi’nde birçok kişinin tasfiyesine sebep olurken ironik bir şekilde Walter Ulbricht’in konumunu güçlendirmişti. Ulbricht, sert politikalarına muhalefet edenlere karşı bir dizi önlem almaktan da geri durmamıştı. 1956’da Wolfgang Harich ve grubunu yargılatıp hapsettirdi. 1958’de Politbüro’daki muhalif kesimi ihraç etti. Ulbricht Stalinist Sosyalizm çizgisine yönelik muhalefet kesimini böylece ortadan kaldırmış idi.

Bu arada şunu da belirtelim ki, Almanya’nın NATO’ya katılması üzerine Sovyet Rusya da kendi uydularını etrafına toplayarak 1955 Varşova Paktı dediğimiz Varşova Güvenlik Paktı’nı kurdu. Sovyet Rusya’nın başı çektiği bu ittifaka Doğu Almanya da katılmıştır. İttifakın sebebi olarak, Batı Almanya’nın NATO’ya girişinin, “yeni bir savaş tehlikesini arttırdığı ve barışsever devletlerin milli güvenlikleri için bir tehdit oluşturduğu” belirtilmekteydi.

Berlin duvarı – 1961

Doğu Almanya’da 1952-53 ve 1959-60 yıllarında tarım kolektifleştirilmesi yapılmış, 1953 Doğu Berlin ayaklanması sonrası tüketicilere tavizler verilmiş olmasına rağmen sanayi üretimi ağır sanayi olarak kalmıştı. Batı Almanya’nın büyümesinin geçici olarak aksadığı dönemde bile Doğu Almanya’nın merkezi ekonomisi, Batı Almanya ile rekabet edebilecek düzeyde değildi. Doğu Berlin’de hayat şartları kötüyken Batı Berlin’de bu durum tam aksine idi.

Doğu Berlin’de komünizm baskı ile sürdürülürken Batı Berlin’de halk hür ve demokratik bir yönetime sahipti, bu sebeple Batı Berlin’de kişisel özgürlüklerle bağlantılı olarak ekonomik gelişme yaşanmaktaydı. Doğu Almanya halkı bu gözle görülür gelişmeyi görmekte ve arzulamakta idi. Bu yüzden de Batı Almanya’ya göçler başlamıştı. Doğu Berlin’den Batı Berlin’e geçen veya Batı Berlin’e geçtikten sonra Batı Almanya güzergâhını izleyen Doğu Almanya halkının bu göçleri 1950’ler boyunca ekonomiyi etkiledi. Çünkü Batı Almanya’ya göç edenlerin önemli bir kısmını nitelikli işgücü sahibi genç erkekler oluşturmaktaydı. Örnek verecek olursak Batı Berlin’e sığınanlar arasında çok sayıda doktor, profesör vb. vardı. 1957’de Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçanların sayısı 261.622, 1958 yılında 204.061 kişi idi.

SSCB’nin 27 Kasım 1958 tarihli notası NATO Bakanlar Konseyi’nin Aralık ayında müzakere edilmiş, Berlin sorununun Almanya’nın birleştirilmesi sorunu içinde ele alınabileceğine karar verilmiş, Avrupa’nın güvenliği ile silahsızlanma konusunda Batılıların SSCB ile müzakereye açık oldukları belirtilmişti. Fakat SSCB’nin ültimatom tehdidi ve 1959’daki başarısız müzakereler sonucu neticesiz kaldı. Üstelik SSCB topraklarına Mayıs 1960’da ABD casus uçağı U-2’nin arızalanıp düşmesi SSCB-ABD hattını iyice germiş olmasına rağmen diplomatik faaliyetler sonucu SSCB U-2 pilotunu affedip serbest bırakmıştı. Bu durum SSCB’nin Berlin meselesi’ne kısa bir süre sünger çekmek istediğini gösteriyordu.

1961’de yapılan son toprak reformu ve buna bağlı yiyecek sıkıntıları, bununla birlikte Batı Almanya’ya yapılan göçler Doğu Almanya’yı radikal kararlar almaya sevk etti. Bunda Viyana zirvesi başarısızlık da eklenince 13 ağustos 1961 sabahı Berlin Şehri ilk önce başlarında Doğu Almanya askerlerinin beklediği dikenli tellerle ikiye ayrılmış, ardından beton duvarlar inşa edilmeye başlamıştı. “Utanç Duvarı(Schandmauer)” olarak anılan meşhur Berlin Duvarı ile Doğu Berlinliler’in Batıya kaçmaları engellenmek istenmiştir. Buna rağmen pek çok Doğu Alman Batı’ya geçmek için bu duvarları aşmaya çalıştıysa da duvar diplerinde Doğu Alman askerleri tarafından öldürülmüştür. Bu duvar, isteklerini batıya kabul ettiremeyen Sovyetler’in hiç değilse Doğu Berlin’i, Berlin’in bütününden koparıp doğu Almanya’nın fiili kontrolü altına almasını sağlayacaktı. Batıdan Berlin duvarının yapılması üzerine protestolar geldiyse de Batılı güçler, Sovyetler ile çatışma riskini almak istemiyordu. Bu yüzden şehrin bölünmesine karşı yapılan müzakereler ve tepkiler sonuçsuz kaldı.

Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin 1945’te kurulmasından 1990’da bu duvarın yıkılışına kadar geçen 45 yıllık süre içinde 4 milyon 500 bin Doğu Alman vatandaşı Batı’ya kaçtı. Çoğunluğu kaçmayı 1961’de Berlin Duvarı’nın inşaatı öncesinde başarmıştı.

Alman Dış Politikasında Hareketlilik

Berlin duvarı sonrası durumu incelemeden önce Alman dış politikasında yaşanan hareketleri belirtmekte fayda vardır. Berlin Sorununun yaşandığı Doğu-Batı ilişkilerinde bu dönemde, özellikle ABD ve Sovyetler Birliği arasında gözlemlenen yumuşama, Federal Almanya’da yeni bazı dış politika stratejilerinin tartışılmasına neden olmuştur. 1960’ların ortalarında, Alman dış politikasında 3 seçenek görülmektedir:

  1. a)     Atlantik taraftarları: Dışişleri Bakanı Schröder, Erhard ve Carstens her üç siyasal partiden ve toplumsal gruplar ile medyadan destek bulmuşlardır. Bu grupta bulunanlar Federal Almanya’nın güvenliği için ABD ile sıkı işbirliği yapılması taraftarıydılar. Özellikle Batı Berlin’in durumundan dolayı Federal Almanya’nın Fransa’dan daha farklı bir konumda olduğunu, o nedenle ABD’ye yaklaşmanın faydalı olduğunu düşünüyorlardı.
  2. b)     De Gaulle taraftarları: Avrupa seçeneği temsilcileridirler. Adenauer’a uzanan bu eğilimdeki politikacılar, Strauss ve Gutenberg, De Gaulle Fransa’sı ile yoğun ilişkilerden yanadırlar. Bunlar dünyayı ilgilendiren önemli kararların Avrupa dışında alındığını öne sürerek, ABD’nin Avrupa’ya gerekli önemi vermediğini iddia ediyorlardı.
  3. c)     Willy Brandt etrafındaki yeni Alman Doğu Politikası taraftarları: Willy Brandt ve arkadaşları ise Doğu-Batı yumuşamasını yeni bir Almanya Politikasını olanaklı hatta zorunlu kılacak bir değişim olarak görüyorlardı. Bu yüzdende Federal Almanya’nın Doğu Avrupa ile yakınlaşmasını gerekli görüyorlardı. Bu yeni ‘Doğu Politikası’ FDP’nin(Özgür Demokrat Parti – Freie Demokratische Partei)bir kanadı, çeşitli basın organları tarafından destekleniyordu.

1963’te Atlantik seçeneği yanlısı Ludwing Erhard başbakanlığa getirildi ve üç yıllık görevi süresince Batılı müttefiklerle ilişkilerde fazla bir gelişme gösteremedi. ABD’den de beklediği yakınlığı görememişti. Arap ülkeleri ile de füze ve uçak üretimi konusunda sorun yaşayınca, 10 Arap ülkesi tepki olarak Doğu Almanya’yı tanımış ve Federal Almanya da bunun üzerine bu Arap ülkeleriyle ilişkilerini kesmiştir.

1966’da Hür Demokratların hükümetten çekilmeleri üzerine Federal Almanya hükümeti, De Gaulle taraftarı Kurt Kiesinger başkanlığında ve Sosyal Demokratların katılımıyla yeniden oluşturulur. Yeni hükümette, Willy Brandt hem dışişleri bakanı hem de başbakan yardımcısı olur. Böylece yukarıda belirtilen iki dış politik seçenek de uygulamaya geçirilmiş olur. Bir yandan Doğu’ya karşı Federal Almanya’nın tek başına temsil etme hakkı vurgulanırken, diğer yandan Doğu Almanya’nın devletler hukuku açısından tanınmadan – fiili bir devlet olarak kabul edilmesi ve buraya yönelik özel bir ilişki türünün benimsenmesi savunulmuştur. Başbakan Kiesinger ve yandaşlarının ‘Almanya’nın öteki kısmı’ olarak adlandırdıkları Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni dışişleri bakanı Brandt, fiili bir devlet olarak tanıma eğilimindedir. Doğu Bloku ülkeleriyle ise yakınlaşma yoluyla uzlaşmayı hedeflemektedir. Böylelikle yeni Alman Doğu Politikasının ilk işaretleri verilmiştir Doğu Avrupa ülkelerinde 1960’lı yılların ortalarından itibaren ticaret temsilcilikleri açılmaya başlanmıştır ve bu gelişme söz konusu politika için işlevsel alanın varlığı anlamına gelir.

Berlin Duvarı Sonrası Almanya

Berlin Duvarı’ndan sonra 1960’larda Doğu Almanya için koşullar iyileşti denilebilir. 1960’larda yaşanan bilimsel teknolojik devrim Doğu Almanya’da kariyer elde etme fırsatları oluşturdu. 1963’te gündeme gelen “yeni ekonomik sistem” de ekonomide karar yetkisinin merkeziyetçilikten biraz arınmasını, belirli teknik beceri ve nitelikli kişilere başarı imkânı sağlamaktaydı.

Diğer yandan Batı Almanya’da 1960’lar Batı Alman maddeciliğinin, refahının ve geçmişle yüzleşmekte isteksizliğini önemli ölçüde eleştiren hareketlerin yaşandığı bir dönem oldu.

1965-66 yılları Batı Almanya için Ekonomik durgunluk yıllarıydı. Bu durum Adenauer’in halefi Erhard’ın CDU hükümetinin düşüşünü hızlandırmıştı. Sonuçta CDU, Şansölye olan Kurt Georg Kiesinger yönetimindeki SPD(Alman Sosyal Demokrat Partisi) ile koalisyona girecekti.

Ekonomik durgunluk ve bu koalisyon fikri tepkilere yol açmış, öğrenciler protestolar düzenlemişlerdi. Bu öğrenci protestoları 1967-68 yıllarında daha da şiddetlenmişti. Fakat Berlin’de bir öğrencinin vurulmasının ardından muhafazakâr basının sayesinde kamuoyu kutuplaşmıştı. Bu dönem aşırı milliyetçi NPD(Almanya Ulusal Demokratik parti – Nationaldemokratiche Partei Deutschlands) mecliste yer alamasa bile çeşitli Land meclislerinde temsil hakkı elde edişi, etkin sağ hareketlerinin yükselişine sahne oldu. Ama 1969’da Batı Almanya’da SPD, liberalleşen FDP(Özgür Demokrat Parti – Freie Demokratische Partei) ile koalisyon kurdu. Bu yeni bir dönemin başlangıcı sayılır.

Yeni Doğu Politikası (Ostpolitik)

Daha önce Berlin Belediye Başkan olan SDP’li Willy Brandt’ın Batı Almanya’da başbakan olduğu bu dönemde, dışişleri eski bakanı Schröder’in girişimiyle başlatılan hareketlilik politikası biraz daha farklı biçimde sürdürülür. Süper güç ilişkilerinde rahatlamanın yaşandığı bu dönemde artık ABD ile SSCB için iki Almanya ilişkilerinin kolaylaştırılması uygundu. Bu da Willy Brandt’ın iki Almanya ilişkilerini arttırmak ve geliştirmek isteğiyle örtüşüyordu.

Brandt, Batı ittifakı temelinde Doğu Bloku ülkeleriyle işbirliği geliştirmeyi amaçlar. Bu işbirliği, 1950’li yıllarda söz konusu olan ve taktik açısından gerekli görülen değil, Doğu Avrupa ülkeleriyle yumuşamayı öngören ilişkiler olacaktır. Bu yeni Doğu Politikasının amacı, Federal Almanya’nın uluslararası alanda iyi bir pozisyon ve dış politikada etkin bir müzakere gücü elde etmesi ve aynı zamanda Doğu Almanya ile geliştirilecek insani ilişkiler aracılığıyla Almanya’nın birleşmesine zemin hazırlanması olarak ifade edilebilir.

Doğu Almanya’yı tanıyan devletlerin gitgide artması Federal Almanya’nın ilk zamanlardaki tezinden sapmaları gündeme getirmiştir. Daha önceki tek başına temsil etme iddiasından vazgeçilerek, iki devlet tek ulus olgusu kabul edilmiştir. Buna bağlı olarak Hallstein doktrini yumuşatılmış, Doğu Almanya’yı tanıyan ülkelerle ilişkilerin kesilmesine yönelik uygulamaya son verilmiştir. Bu son verme biraz da zorunluluk gereği olmuştur. Çünkü 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde çok sayıda Üçüncü Dünya ülkesinin Doğu Almanya devletini tanıdığı görülmüştür. Böylece Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin uluslararası temsilcilikleri artarken, Federal Almanya dünyada kendini etkisizleştirme durumuyla karşı karşıya kalabilecekti. Ostpolitik, biraz da bu gelişmeye karşı bir önlem olarak düşünülebilir. Yeni doğu politikası çerçevesinde çeşitli anlaşmalar yapılmıştır. Bunlar Moskova Antlaşması, Almanya-Polonya, Almanya-Çekoslovakya Antlaşmaları ve Temel Antlaşmadır.

  1. Moskova Antlaşması: 1970’te Sovyetler Birliği ile yapılan bu antlaşma gereğince Federal Almanya, Demokratik Almanya Cumhuriyeti adına konuşma hakkından vazgeçmiş ve mevcut sınırların değişmezliğini kabul etmiştir.
  2. Almanya-Polonya Antlaşması: Bu antlaşmada da şiddet kullanımından sakınma ve ilişkilerin normal düzeye getirilmesi yer almıştır. Polonya bu antlaşma ile sınır garantisi elde etmiştir.
  3. Almanya-Çekoslovakya Antlaşması: Burada 1938 Münih Antlaşması ile ilgili tartışmalar yaşanmıştır. Çekler bu antlaşmanın baskı altında ortaya çıktığını ve geçersiz sayılması gerektiğini savunmuşlardır. Burada görülüyor ki Alman ulusal tarihinden kaynaklanan bir olgu, Federal Almanya’nın dış politikasında problem alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak her iki tarafı da güç durumda bırakmayacak şekilde Münih Antlaşması Çekoslovakya’nın lehine olacak şekilde kısmen geçersiz sayılmıştır.
  4. Temel Antlaşma: Federal Almanya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti arasında Mayıs 1973’te onaylanan bu antlaşmaya göre, Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin eşitlik hakkı tanınmış olurken, Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tek başına temsil etme hakkından artık söz edilemez olmuştur. Ancak bu, Doğu Almanya’nın devletler hukuku gereğince tanınması anlamına gelmemektedir. O nedenle Almanya sorunu ulusal mesele olarak gündemde kalacaktır.

Almanya’nın doğu politikası Avrupa’da yumuşamaya neden olmuş, bu sayede Federal Almanya Doğu Avrupa ülkeleriyle işlevsel ilişkiler geliştirmiştir. Temel Antlaşma sonrası Eylül 1973’te iki Almanya da Birleşmiş Milletler’e tam üye oldu. Böylece Doğu ve Batı Almanya birbirlerinin resmen tanımış oluyordu. 1973’ten 1989’a dek iki Almanya arasındaki ilişki durgunluktan çok yeniden birleşmeye ve iki ülke arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesine yönelikti.

Öte yandan Sovyetler Birliği, Doğu sözleşmelerinden sonra Avrupa güvenliğine ilişkin projeler üretmeye başlamıştır. Doğu sözleşmelerinin özellikle Federal Almanya’nın ticari ilişkilerini geliştirmesinde büyük katkısı olmuştur.

1970 yılından Sonra Almanya’daki Durum

SDP Hükümeti, FDP ile Koalisyon içerisinde olan idaresini 1969’dan 1982’ye dek sürdürdü. Willy Brandt’ın dış politika başarıları yanında artan ekonomik sorunlar ve iç meseleler bu dönemin başlıca özellikleridir.

1973 petrol krizi Batı Almanya Ekonomisinde olumsuz etkiler bıraktı. Bu dönem radikal hareketler farklı boyut kazandı. Pek zararı dokunmayan ve etkisiz kalan altkültürlerin yanısıra “Kızıl Ordu Cephesi(RAF)” adı altında bazı radikal şahsiyetler önderliğinde terörist eylemler gerçekleşmişti.

1974’te Şansölyelikten istifa eden Willy Brandt’ın yerine gelen Helmut Schmidt, kendi partisinin sol kanadından özellikle çevre, nükleer ve savunma konularında muhalefet görmüş, 1980’lerin başında ülkede giderek artan işsizlik ve ekonomik kriz iktidar partisini zor durumda bırakmıştı. 1982 seçimleri sonunda Sosyal Demokratlar iktidarı kaybettiler. 1982’de FDP, mecliste CDU/CSU(Hristiyan Sosyal Birliği – Christlich Soziale Union) ile ittifak kurmaya çalıyordu. Üstüne bir de mecliste azınlıklara ait bir parti üyelerinin oylarını değiştirmesi sonucu CDU’dan Helmut Kohl, Batı Almanya Şansölyesi oldu. 1983 yılında bir erken genel seçimde görevde kalması tescillenen Kohl hükümeti ile artık Batı Almanya’da uzun bir sosyal demokrat(1969-82) ve muhafazakâr idare(1949-69, büyük koalisyon’un son üç yılında) dönemlerinin ardından muhafazakâr yönetime geçiliyordu.

Doğu Almanya’da ise Erich Honecker’in 1971’den 1989’a kadar süren liderlik döneminde hızlı toplumsal dönüşümlerin, Ulbricht çağının ütopyacılığı ve baskı ortamının ardından Doğu Almanya Halkı, yaşanan zorlukların bir kısmını kabul etmeye ve sosyopolitik sorunların çözümü için hazırlardı.

Ekonominin tekrar merkezileştirildiği 1970’li yıllarda tüketicinin tatmin edilmesi de amaçlanıyordu. Kültürel alanda yapılan liberalleşme ise 1976’dan öteye gidemedi. 1970’lerin sonlarında 1978’de devletle anlaşmaya varan Doğu Alman Protestan kilisesi hariç tutularak birçok kültürel alanda yeni sınırlamalar getirildi. Bu kilisenin sınırlamalardan muaf olması ile kilise, farklı görüşlerin konuşulduğu güvenli bir alan olmuştu.

1980’ler iki Almanya arasındaki ilişkilerin geliştiği ve yaklaştığı bir dönemdi. Doğu Alman Halkının Batı Almanya’yı ziyaret etmesi için olanaklar arttırılmış, ayrıca 1987’de Erich Honecker, Federal Almanya Cumhuriyetine önemli bir ziyarette bulunmuştur.

Doğu Almanya, 1980’lerin sonunda artık artan baskılara karşı yurt içindeki muhalefete ve SSCB’de yaşanan reform isteklerine karşı Gorbaçov’un huzursuz olmasına rağmen Doğu Almanları en azından makul bir yaşam sürdürmekteydi.

1989-90 yıllarında Doğu Avrupa’da yaşanan ve hızla yayılma gösteren Devrim dalgaları, “Alman Sorunu”nun çözümü ve Almanya bölünmüşlüğüne son vermek için Almanlar’da bir istek uyandırdı. Bu dönem Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği çatırdıyordu. Doğu Almanya’ya kırk yıl hâkim olan komünist yönetim de SSCB ile aynı kaderi yaşıyordu. Bunun sonucunda 1989 İhtilalleri adı verilen olaylar gerçekleşecekti.

Genel olarak 1989 İhtilalleri

Gorbaçov iktidarının dördüncü yılında, Sovyetler Birliği’nin siyasal yapısında çözülmeler başlamış bulunuyordu. Bu çözülmeler, 1991 yılı sonunda dağılmaya varacaktır. Gorbaçov, bütün siyasal, ekonomik ve askeri politikasını, Amerika ile rekabet çerçevesi içine soktu. Bu rekabette, en azından ABD ile eşitliğe erişmek istiyordu. Lakin bunu yaparken, bunun “Blok” içindeki yansımalarını yeteri dikkatle göz önüne almamış görünüyor. Bu ise, Gorbaçov’u bir çelişkiye düşürdü: Sovyetler Birliği’ne yeni bir güç ve dinamizm vermek isterken, aksine, Sovyet sisteminin, hem içerdeki ve hem de dünya kuvvet dengesindeki bütün “zaaflarını” açığa vurdu.

Bundan, sadece Amerika ve Batı yararlanmakla kalmadı. Sosyalist uydular ve birlik içindeki milletler de, Moskova etrafında kalıplaşmış görünen yapının, ne kadar “sallantılı” olduğunu görmekte gecikmediler. Mamafih, Sovyetler Birliği’nin “1989 İhtilalleri” ile çözülüp dağılmasını, Gorbaçov’un bu karışık veya çelişkili politikasına bağlasak bile, 1975 Helsinki Nihai Senedi veya Helsinki Deklarasyonu denen olayın, Sovyet uyduları üzerindeki etkilerini de göz önünde tutmak gerekir. 1 Ağustos 1975’te 35 ülkenin imzaladığı Helsinki Nihai Senedi Sovyet Bloku’nun içerden sarsılmasına sebep olmuştur.

Sovyetler Birliğinin dağılmasının temel sebebi, Gorbaçov’un ortaya attığı glasnost ve perestroyka olmuş iken, Sovyet veya Sosyalist Blok’un temellerini sarsan da bu Helsinki Nihai Senedi olmuştur. Doğu-Batı münasebetlerine bir yumuşama ve bir yakınlık getirmek isteyen bu belgenin yürürlüğe girmesinden sonra, Doğu Avrupa’daki bütün Sovyet uydusu sosyalist ülkelerde, aydınlar ve milliyetçiler arasında, insan hakları ve hürriyet hareketleri başlamış ve bu hareketler zamanla Moskova’nın hegemonyasına karşı yavaş süren bir mücadeleye dönüşmüştür.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra Moskova’nın hegemonyasına karşı ilk başkaldıran Sovyet uyduları, 1953’te Çekoslovakya ve Doğu Almanya, 1956’da da Macaristan ve Polonya olmuştu. Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde de yine bu devletler ön planda olmuşlardır. Bu ülkeler ve diğerleri, hemen hemen bütün uydu devletler, Moskova’dan koparak bağımsızlıklarını kazanmak için; önce kendilerini komünist partilerinin kontrolünden kurtarma yoluna gitmişlerdir.

1989 Devrimi Ve Almanya’nın Birleşmesi

Baltık ülkeleri ile Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya gelişmeleri, oldukça uzun bir zaman dilimine yayıldığı halde, Doğu Almanya, Bulgaristan ve Romanya’da komünist iktidarların yıkılması, hemen hemen bir kaç aylık bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Doğu Almanya’da komünist sistemin yıkılmasının en önemli tarafı, iki Almanya’nın birleşmesine sebep olması dolayısıyla, Avrupa’nın stratejik yapısında, yeniden bir yapılanmaya sebep olmasıdır.

1980’lerin sonunda Ekonomik sıkıntıları olan ve siyasi olarak gergin SSCB artık savunma harcamalarını ABD ile eşit bir biçimde yapamamaya başlamış, kendi iç işleri ile uğraşmak zorunda kalmıştı. SSCB’de Gorbaçov reformlar yaparak Doğu Avrupa devletleri üzerinde baskıları kaldırmış, müdahale etmeden Polonya ile Macaristan’da siyasal demokratikleşmenin gerçekleşmesine izin vermişti. Bu durum Komünist tekellerin kapanmasına sebep oldu.

Doğu Almanya’da Erich Honecker yönetiminde reform umutları, iktidarının son yıllarında artan baskılardan ötürü suya düşmüş, kamuoyu yeni bir reformcu halefe göz dikmişti. Doğu Almanya’da eski rejimin yıkılışı iç baskılar sebebiyle değil başka yerlerde gerçekleşen değişimlerin yol açtığı bir rejim krizi ile başlayacaktı. 1989’da yeni liderinin yönetimindeki Macaristan, Avusturya ile olan tahkimli sınırı açtı ve Batıya olan seyahatte Doğu Almanlara uygulanan vizeden de vazgeçti. Bu vize politikasının amacı, rejimden hoşlanmayanların ülkeden çıkıp gitmesini sağlamaktı. Lakin komşu ülkelere Doğu Almanya’dan öyle bir turist (!) akını oldu ki, sayıları onbinleri buluyordu. Bu göç edenlerin Bir kısmı Çekoslovakya üzerinden Macaristan’a yönelirken bir kısmı da Prag ve Varşova’daki Alman elçiliklerini kullandı. Komşu ülkelere giden Doğu Alman vatandaşlarının, oradaki Alman veya Batı büyükelçiliklerine sığınması komşu ülkeleri sıkıntıya sokmuş, bu sözde “turist” akını bir milletlerarası sorun haline gelmişti. Doğu Alman Hükümeti ve Sovyet Rusya için büyük engel olan bu durumla beraber Almanya’nın birleşmesi tekrar gündeme gelmişti.

Ev sahibi hükümetler, artan göçler sebebiyle sıkıntı yaşamaya başlamış, Doğu ve Batı Almanya ile sıkıntıya düşmüşlerdi. Fakat Batı Almanya, ekonomik olanaklarının göçmenlere yetebileceği konusunda kaygılıydı, Doğu Almanya ise bu göçlerin hem ekonomik hem de rejim için kriz yaratacağının farkındaydı ve bu göçleri önlemek için yapılan uygulamalarda Doğu Almanya başarısız oldu.

Doğu Almanya’da ortaya çıkan bu durum, 1989 Ekiminden itibaren, Doğu Almanya’nın birçok büyük şehirlerinde komünist rejim aleyhtarı gösterilerin patlamasına ve Yeni Reform, Barış ve İnsan Hakları İçin Teşebbüs ve Şimdi Demokrasi gibi komünizm aleyhtarı siyasal grupların ortaya çıkmasına sebep oldu. Gösterilerin ağırlık merkezi Leipzig şehriydi. Burada yapılan gösterilerde halk, şarkılar söylüyor ve “Duvar yıkılmalıdır” derken “hür seçim” istiyorlardı. Bu gösterilere 100-200 bin insan katılmaktaydı.

Doğu Alman halkının bu ayaklanması karşısında, Komünist Partisi, bir yumuşama işareti vermek üzere, Moskova’nın en güvendiği adam olarak bilinen ve 18 yıldır görevde bulunan Erich Honecker’i Parti liderliğinden uzaklaştırdı. Lakin bu olay da halkı tatmin etmekten uzak kaldı. Gösteriler Dresden ve Doğu Berlin’e de yayıldı. 18 Ekim’de Honecker’in yerine getirilen SED(Alman Sosyalist Birlik partisi – Sozialistische Einheitspartei Deutschlands) lideri Egon Krenz de halkı tatmin edemedi. Egon Krenz hala “Alman topraklarında sosyalizm ile kapitalizm hiç bir zaman yan yana yaşamamıştır” diyordu. Lakin Hükümet, bir basın toplantısının ardından Doğu ve Batı Berlin arasındaki meşhur duvarı açmaktan da geri kalmadı (9 Kasım akşamı gazetecilerin karşısına çıkan Komünist Parti Sözcüsü Günther Schabowski, cebinden bir kâğıt çıkararak Stalinist devletten çıkmak isteyenlere vize verileceğini duyuran kararı okurken İtalyan bir gazetecinin “Karar ne zamandan itibaren geçerli” diye sorması üzerine Schabowski’nin “Benim bildiğim kadarıyla şimdi şu andan itibaren.” gafını yapması üzerine insanlar Berlin duvarına akın etmişlerdi. Oysaki vize düzenlemesi ertesi sabah yürürlüğe girecekti.) Bu basın toplantısının yapıldığı 9 Kasım 1989 günü Berlin Duvarı artık işlevini kaybedecekti. Böylece Doğu ve Batı Almanya arasında seyahat ve göç serbestisini ilan etmiş oluyordu. Binlerce Doğu Almanya halkı alışveriş için Batı Berlin’e akın etti ve ellerindeki sınırlı Batı parasıyla ettikleri alışverişlerle birlikte Doğu’ya geri döndü. Avrupa’yı bölen demir perde’nin artık delik deşik olduğu kesindi.

2 Ocak 1990 yılında da Egon Krenz Berlin Duvarı’nın yıkılacağını ilan etti ve 14 Ocaktan itibaren de duvar yıkılmaya başlandı. Böylece, tarihe “Utanç Duvarı” diye geçen ve 1961 Ağustosunda, Doğu Alman halkının Batı’ya kaçışını önlemek için inşa edilmiş olan Duvar, ortadan kaldırılmış oldu. Utanç Duvarı’nın yıkılması bir bakıma, Doğu Almanya’daki komünist rejimin de sonu oldu. Zira 1990 yılı geldiğinde rejim, ülke üzerindeki kontrolünü tamamen kaybetmiş bulunuyordu. Şimdi konu milletlerarası bir nitelik kazanmaya başlamıştı.

Sınırların açılmasıyla Alman sorunu henüz bitmiş değildi. Doğu Almanya Halkı yeni liderlerinin tatmin edici ve kapsamlı reformlar yapacağına inanmıyordu ve hala Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya doğru daha iyi bir yaşam kurmak için göç edenler vardı. Batı Almanya’da bu yoğun göç durumu ekonomik ve altyapısal sorunlara neden olurken bir yandan da toplumsal gerginliklerin patlak vermesine de sebep olmuştu. Diğer yandan Batı Almanya Şansölyesi Helmut Kohl’un iki Almanya’nın birleşmesi sorununu alelacele ortaya atması çeşitli sorunlara ve tartışmalara yol açmıştı.

Bu arada Doğu Almanya’da Egon Krenz’in SED liderliği kısa sürmüş, onun yerini Gregor Gysi almıştı. Gregor Gysi, eski muhafız birliği liderlerini görevden almış, SED partisinin adını PDS(Demokratik Sosyalizm partisi – Partei des Demokratischen Sozialismus) olarak değiştirdi. Fakat bu değişiklikler ikna edici olmamış, SED’in eski üyelerinin yarısı istifa etmişti. SED partisinin Doğu Almanya’daki yerleşik ve yönetici rolünü ortadan kaldırmak adına yapılan anayasal değişiklik ile birlikte 6 Mayıs 1990 için seçim çağrısı yapılmış, daha sonra bu çağrı 18 Mart’a çekilmişti.

18 Mart seçimleri geldiğinde Doğu Alman ekonomisi ve idaresinin çöküşü hızlanmıştı. Doğu Alman reform hareketleri çabalarına rağmen oylar sağ ağırlıklı çıkmıştı. Sağ partilere oy vermek birçok Doğu Alman’a göre Batı Almanya’nın para birimi olan Deutschmark’a en makul şekilde ulaşmanın ve Doğu Almanya’yı terk etmeden Batı Almanya’nın bir parçası olmanın yolu olarak gözüküyordu. 1 Temmuz 1990’da Doğu ve Batı Almanya arasında para birliği gerçekleşmişti ama bu iki Almanya devletinin sonunu müjdeledi. Kapitalist ekonomi ile Komünist ekonomiyi birleştirmenin ve komünist ekonomiyi, koruyucu destekler ve toplumsal faydalardan yoksun bırakarak piyasa koşullarına uyarlamaya çalışmak sıkıntılara yol açmıştı. Doğu Almanya’da işsizlik artmış, toplumsal gerilimler yükselmişti.

Batı Almanya, Doğu’daki bu gelişmelerle, doğal olarak gayet yakından ilgilenmeye başladı. Ekim 1989’dan itibaren gösteriler ayaklanma halini alarak, Doğu Almanya’nın her tarafına yayılmaya başlayınca, Federal Almanya Başbakanı Helmuth Kohl, 1989 Kasımında, Doğu Almanya ile Batı Almanya’nın birleşmesini öngören 10 maddelik bir plan teklif etti. Bu yumuşak plan, önce iki Almanya arasında bir işbirliğini, sonra da Konfederasyonu ve daha sonra da federal bir birleşmeyi öngörmekteydi. Gorbaçov’un bu teklife ilk tepkisi, “Bu sorunu tarih yaratmıştır, çözümünü de tarih sağlayacaktır” oldu ise de, bu tutumunu fazla devam ettiremedi. Çünkü Doğu Almanya’nın kontrolü çoktan Moskova’nın elinden kaçmıştı. Başbakan Kohl ile Dışişleri Bakanı Genscher’in; Şubat 1990’da Moskova’ya yaptıkları ziyarette, Gorbaçov, her iki Almanya’nın birleşmesi için “yeşil ışık” yaktı. Ne var ki, iki Almanya’nın birleşmesi basit bir olay değildi. Savaştan sonra, gerek Almanya, gerek Berlin Şehri konusunda, Müttefikler arasında çeşitli anlaşmalar imzalanmıştı. Yani sorun, Amerika, İngiltere ve Fransa’yı da ilgilendirmekteydi. Bu sebeple, iki Almanya’nın birleşmesi için, Amerika, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa ile Doğu ve Batı Almanya arasında 12 Eylül 1990’da, Moskova’da bir anlaşma imzalandı. 10 maddelik bir metin ile bir ek mektup ve bir bildirgeden ibaret olan bu anlaşma, 3 Ekim 1990’da yürürlüğe girdi.

İki Almanya’nın birleşmesinin en önemli sorunlarından biri de Polonya-Doğu Almanya sınırı idi. Sovyetler, Polonya’ya Oder-Neisse sınırını vererek, Doğu Almanya’dan toprak almışlardı. Bu sebeple Birleşmiş Almanya ile Polonya arasında, 14 Kasım 1990 da Varşova’da imzalanan bir anlaşma ile Almanya, bu sınırın değişmezliğini kabul etti ki, bu suretle Polonya’ya 104.000 Km. karelik bir Alman toprağını terk etmiş olmaktaydı.

Bu siyasi olaylardan sonra artık toplumsal ve ekonomik durumlara da değinebiliriz.

Batı Almanya’da Ekonomi ve Toplum

1980’lerde iki Almanya arasında en belirgin fark hayat standartlarıydı. Batı Almanya Batılılaşmış, tüketici odaklı refah sahibi bir ülke haline gelmişti. Kalabalık nüfusuna oranla otoyollarda lüks arabaların artmasından da Batı Almanya’da maddi bolluğun yaşandığını anlayabiliriz.

1948’de yaşanan para reformundan önce başlayıp Marshall yardımı* ile ekonomide bir ivme kazanan Alman ekonomisi 1950’lerde iyice büyüme göstermişti. 1950’lerin başında mültecilerin ve yurda dönen savaş esirlerinin ülkeye dönmesiyle yaklaşık %8 olan işsizlik 10 yılın sonunda işgücü yetersizliğine dönüştü.

1950’lerin sonuna gelindiğinde hızlı ekonomik yükselmenin yerine gerileme başlamıştı. 1960’larda Ekonomik performansın diğer Batılı sanayi toplumlarıyla eş düzeye geldiği söylenebilir. 1966-67 Büyük Koalisyon zamanı ekonomide küçük bir durgunluk yaşandı.

Ticarete ve petrol ihracatına bağımlı olan Batı Almanya 1973 ve 1979 petrol krizlerinden, 1970 sonları ile 1980’lerdeki genel durgunluktan da kötü bir biçimde etkilendi. 1980’lere gelindiğinde işsizlik oranının %8-10, büyüme oranının ise %2-3 civarında olduğu görülmektedir. Enflasyon orası ise Avrupa’nın en düşük seviyelerinden birinde tutuluyordu.

2. Dünya savaşı sonrası izlenen ekonomi politikası şu aşamalardan oluşmaktaydı.

Dönemin Başbakanı Adenauer’in bakanı Ludwig Erhard tarafından oluşturulan “Neo-Liberalizm” ve toplumsal piyasa ekonomisinin bir araya getirilmesi ile Nazi mirası olan ekonomide devlet müdahalesinden kurtulma amaçlanıyordu. Toplumsal yönden ise Liberalizm’den dolayı toplumun zayıf kesiminin kontrolsüz piyasa dizginlerinden korunması için bir dizi önlemler alınmasının gerekliliği vurgulanıyordu. Fakat devlet ekonomiye yön vermek adına her şekilde müdahalede bulunmaya devam etti. Alman ekonomisinde merkezileşme eğilimleri devam ederken de serbest piyasanın işleyişi destekleniyordu. Ludwig Erhard’ın ilk yasa taslağı meclisten ancak üzerinde biraz değişiklik yapıldıktan sonra geçebilmiştir.

Batı Almanya’nın sanayi üzerinde yoğunlaşmaya devam ederken 1950’lerde sürdürülen düşük vergi, yüksek faiz oranı ve karlılık, işçiler için düşük ücret artışı, iç borçlanmanın daraltılması ve yatırımın teşviki gibi politikalar da zenginler ile yoksullar arasında büyüyen bir uçuruma yani toplumsal eşitsizliğe yol açmıştı.

1966’da Erhard hükümeti’nin düşmesi ve 1966-67 Ekonomik durgunluk sonrası Büyük Koalisyon’un stratejisi “Neo-Keynesçi”* bir stratejiye dönüştü. Vergi reformları ve ekonomik, bayındırlık ve eğitim altyapı sorunları için büyük yatırımlar yapıldı. 1967’de “Ekonominin dengelenmesi ve ekonomik büyümenin teşviki” yasası ve devletin de desteklediği işverenler ile işçilerin oluşturduğu “ittifak eylemi” devletin ekonomide müdahaleci politikayı devam ettirdiğinin göstergeleridir.

1970’lerde Sosyal Demokrat Hükümeti ile beraber araştırma ve ekonomik planlamaya ağırlık verildi. Bu dönem artan işsizlikle birlikte çalışanların sayısının azalması ve emeklilerin desteklenmesinden ötürü oluşan olumsuz bir demografik yapı vardı.

Helmut Kohl döneminde ise ekonomi politikası Neo-Keynesçilik’ten Neo-Liberalizm’e yenilenmiş bir biçimde döndü. Buna rağmen Kohl Hükümeti de 1980’lerde İngiltere Başbakanı Margaret Tratcher’ın Ekonomide radikal bir biçimde yeniden yapılanma ve yaygın özelleştirme programları gibi bir şey ortaya koyamamıştır. Bu dönem işçi grevleri de artmaktaydı.

Batı Almanya’da sanayi ilişkileri işveren ve işçi arasında uyumlu bir birlik olarak tanımlanmaktaydı. Fabrika başına sendika düşüyor, bu da sanayideki tartışmaları kolaylaştırıyordu. Bütün sendikalar DGB(Alman Sendikalar Konfederasyonu – Deutscher Gewerkschaftsbund) örgütünde toplanmaktaydı. DBG, on yedi sendikanın yanında beyaz yakalı işçileri ve kamu görevlileri örgütlerini de temsil etmekteydi.

Batı Almanya, eğitim konusuna önem vermekteydi. Böylece iyi eğitimli işgücü oluşturulmaya çalışılıyordu. Kadınlar ise eğitim seviyesinin yükseldiği yerlerde daha az yer almaktaydı. Ev dışında çalışan kadınlar ise düşük konumda ve düşük ücrette çalışmakta ve bu çalışmalar kalıcı olmamaktaydı. Bu da kadınların oluşturduğu küçük gruplar arasında feminist hareketlerin varlığına neden olmaktaydı.

Batı Almanya’da toplumsal yapı içerisinde “Gastarbeiter” denilen yabancı misafir işçilerin oluşturduğu “aşağı sınıf” vardı. 1961’de Berlin duvarı inşa edilince işgücünü artık mültecilerden sağlayamamaya başlayan Batı Almanya, 1960’larda Yunan, İspanyol, Yugoslav, İtalyan ve Portekiz gibi Akdeniz ülkelerinden, Türkiye’den gelen göçmen işçilerden ucuz ve pratik işgücü oluşturmuştur. Fakat bu işçilerin haklarına gösterilen saygı minimum düzeyde idi. 1980’lerde yaşanan ekonomik durgunluk sebebiyle artık yabancı işçiler sorun haline gelmeye başlamıştı. Buraya misafir olarak yerleşen işçiler ailelerini de getirerek artık kalıcı olarak yerleşmeye başlamıştı. Bu yabancı işçilerin Almanya’yı terk etmesi için bir dizi önlemler alınmıştır. Mesela Helmut Kohl döneminin teşvik uygulamaları sayılabilir. Ayrıca bu göçmen nüfusunun artışı ile beraber ırkçı söylemler ve eylemler de artış göstermişti.

Batı Almanya’da Türk İşçileri

Almanya Federal Cumhuriyeti hızlı sanayileşme sebebiyle ortaya çıkan iş gücü açığını kapatmak için 1950’li yılların başında yabancı işçi alımına başvurmuştu. Bu çerçevede 1957 yılında Türkiye’den Batı Almanya’ya işçi göçü başladı ve 1974 yılına kadar hızlı bir şekilde devam etti. Bu ülkede bulunan diğer göçmen işçilere oranla Türkler’den oluşan yabancılar içerisinde Türkler’in oranı üçte bire yakındır.

1974 yılında Federal Cumhuriyet işçi alımını durdurup geri dönüşü özendirmeye başladı ise de işçilerin ailelerini yanlarına aldırmaları ve yerleşmeleri sebebiyle ülkede yabancıların sayısı artış göstermiştir. Nitekim Türkler’in sayısı 1980’li yılların başlarında 1.5 milyona varmıştır.

Kohl Hükümeti zamanında da Batı Almanya’da artan işsizlik sebebiyle ülkede bulunan yabancıların geri gönderilmesinin özendirilmesine, dışarıdan kaçak işçilerin gelmesini önlemeye dayalı bir politika izlendi. Yabancı işçilerin geri gönderilmesi politikasından en çok etkilenen, bu ülkede bulunan yabancı işçiler içerisinde en büyük kitleyi oluşturan Türk işçileri olmuştur.

Doğu Almanya’da Ekonomi ve Toplum

1949’dan itibaren Batı Almanya’dan farkı belli olan Doğu Almanya’da ise durum şöyle idi.

İşgal döneminde mülklere el konulmasının ardından 1952-53 ve 1959-60 yıllarında tarımda kolektifleştirme çalışmaları yapılmıştı. 3 farklı kooperatif bulunmaktaydı ve 1960’ların sonunda tarımın büyük kısmı toprağın, hayvanların, makine ve araç gerecin tümü ortak olacak şekilde kolektifleştirilmişti.

1980’lerde meyvecilikte, ekincilikte ve hayvancılıkta uzmanlaşma artmıştı fakat üretim kooperatif kontrolü ile yapılmakta ve bireysel üretim eşgüdümlenmekteydi. Batı Almanya kadar olmasa da Doğu Almanya da üretken bir toplum olmakla birlikte kendine yeterli düzeyde idi. Komşusu Polonya ile kıyaslandığında Doğu Almanya’daki tarım araç gereçlerindeki gelişim de göze çarpmaktadır. Kolektifleştirilmiş üretim için 1980’lerde devlet, küçük özel arazileri desteklemekti ve bahçeler tahsis etmekte idi.

Sanayide ise üretim araçları özel mülkiyetlerden alınarak üretimin büyük kısmı halka ya da devlet katılımı içeren bir ortaklığa ait hale getirildi. 1950’ler başta ağır sanayi üretimi ve 1953 ayaklanması sonrası tüketici odaklı tavizler verildikten sonra ikinci olarak peş peşe üretilen merkezi planların uygulanmaları çabası ile geçmiştir. Fakat bu planlar gerçekçi olmayan hedefler, malların niteliğine ve satılabilirliğine aldırmadan yapılan üretim bu planların bir işe yaramamasına sebep oluyordu.

1963’te SSCB’deki yeni ekonomik düşüncelerin de etkisiyle ekonomiyi merkezileşmeden arındıracak Yeni Ekonomik Sistem ilan edildi. Üretimde artık kar önemli olduğundan nitelik de dikkate alınıyor ve malların satılabilir olmasına özen gösterilmesi gerekiyordu. Fakat yeterli idari deneyimin olmayışı ve art arda yapılan fiyat reformları sorun teşkil etmişti. Bu sistem 1967’de “Sosyalizmin Ekonomik Sistemi” olarak değişse de 1960’ların sonunda bu denemeler çöpe atıldı. 1970’lerde ise ekonomi Honecker yönetiminde yeniden merkezileşecekti.

Eski Alman Reich’inin batı alanlarıyla olan doğal ekonomik bağlar koparılmış, COMECON(Karşılıklı Ekonomik Yardımlaşma Konseyi) bloğunun az gelişmiş ülkeleriyle mecburen bütünleşme yaşanmış, başlangıçta dağılma ve tazminat politikalarından zarar görülmüş olsa da Doğu Almanya ekonomisi Doğu Bloğu ülkeleri arasında en yüksek kişi başına üretim elde ederek başarılı bir ekonomi sergilemişti.(Dünya Bankası hesaplarına göre Doğu Almanya, en önemli 12. Ticaret ülkesi oldu)

Ayrıca Doğu bloğu ülkelerinin birçoğundan önce sanayileşmiş fakat Batı Almanya ile eş bir düzeye gelememişti. Doğal kaynaklar açısından zengin olmayan Doğu Almanya, enerji için düşük kalite linyite bağlıydı. Nükleer güç konusunda ilerlese bile petrol ithalatını da SSCB’den sağlamaktaydı. Buna rağmen araç, makine, optik, kimyasal ve elektronik üretim girişimleri vardı.

COMECON ülkeleri dışında Doğu Almanya, Batı Almanya ile de ticaret yapmaktaydı.(Dış ticaretin %8’i) Böylece Doğu Almanya, Doğu Avrupa ekonomilerinde yaşanan bazı üretim sıkıntılarına karşı güvenilir tedarik kaynağı elde etmiş oluyordu.

Ekonomide başarısına rağmen Doğu Almanya’daki toplumu inceleyecek olursak, kasvetli bir hava içerisinde Batı Almanya’daki refahtan uzak gözüküyordu. 1970’lerde ve 1980’lerde Doğu Almanya halkı içinde iyileşmeler görülmektedir. Bu tarihlerde Doğu Almanya halkında Televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, araba gibi birçok şey yaygınlık kazanmıştı fakat bunların sınırlı olması, tedarik edilmesini zorlaştırmaktaydı.

Alışveriş sisteminde temel ihtiyaçlar desteklenen ucuz fiyatlarla temin edilirken daha arzu edilen mallar çok yüksek fiyatlarla alınabiliyordu. Buna rağmen aranan niteliklere uygun olmasa bile garanti edilmiş bir istihdam vardı; konut fiyatları ve her ne kadar Batı Almanya ile bu hususta rekabet edemese de yiyecek-içecek fiyatları düşüktü.

Nüfus bakımından Doğu Almanya’nın nüfusu neredeyse sabit kalmışken Batı Almanya’nın nüfusu savaşın sonuna göre %50 artış göstermişti. Batı Almanya’nı kentleşmesine oranla Doğu Almanya orta büyüklükte kentlerin ve daha küçük toplulukların olduğu düşük nüfus yoğunluğuna sahipti. Doğu Almanya halkında Batı Almanya’ya göre daha az gelir eşitsizliği görülmekteydi. Doğu Almanya halkı sınıfsız bir toplum gibi ifade edilse de ayrıcalıklı elitlerden yoksun bir toplum değildi. Bu da tamamen eşitsizlikten yoksun olmadığının göstergesidir.

Önceleri ayrıcalıktan yoksun işçi sınıfı ve köylü geçmişine sahip insanları destekleyici politika benimsenmiş iken 1970’lerde bu politikanın yerine toplumsal geçmişten bağımsız olarak yeteneğin desteklenmesine bıraktı. Buna rağmen Doğu Almanya’da eğitimle ilgili nitelikler daha çok en ayrıcalıklı siyasal elitler grubunda görülür ve sıradan bir genç, yetenekleri ne olursa olsun eğitim sisteminde kolay kolay ilerleyemezdi. Aile meslekleri çocuklara empoze edilmeye çalışılırdı ve çocuklara genellikle meslek seçme şansı verilmezdi.

Batı Almanya’ya göre Doğu Alman kadınlarının toplum içinde daha eşit bir yapısı bulunmaktaydı. Buna rağmen 1980’lerin sonunda siyasal, toplumsal ve yasal olarak haklarını elde etmiş olmaktan uzaktılar. Kadınlar Doğu Alman işgücünün %50’sinden biraz fazlasını oluşturuyordu. Kadınlar genellikle çocuk sahibi olsun veya olmasın çalışmaya teşvik ediliyordu. Çocuk sahibi kadınların çocukları için ise kreşler, anaokulları ve okul sonrası bakım imkânları oldukça iyi düzeyde idi. Fakat çalışan anneler genellikle düşük mevkilerde, düşük ücretlerle ve zor şartlar altında çalışırdı. Bu da aile düzeni ile psikolojisine olumsuz yansımakta ve Alman feminizmine neden olmaktaydı. Boşanma oranları yükselmekteydi. Buna rağmen Batı Almanya’ya göre Doğu Alman Kadınları mali açıdan daha bağımsızdı diyebiliriz.

Doğu Almanya’nın toplumsal eşitlik hedeflerine ulaşamadığı açıktır. Devlet, belirgin bürokratikleşme ve yaşamında her alanında kişisel özgürlüklerin kaldırılması ile ilişkili olarak baskıcı bir tutum sergilemişti. 1980’lerin sonuna gelindiğinde iki Almanya belirgin bir biçimde farklı toplumlar haline gelmiştir.

Kültürel anlamda ise Batıda Gunter Grass ve Heinrich Böll gibi yazarlar uluslararası çapta ün kazanırken Doğu’da Christa Wolf ve Stefan Heym, yazıları diğer dillere çevrilerek Almanya sınırları dışarısında ün kazanmış yazarlardır.

Sonuç

2. Dünya savaşından mağlup olarak ayrılmış Nazi Almanyası’ndan geriye bölünmüş, dış müdahalelerin yaşandığı bir Almanya kalmıştı. ABD ve SSCB odaklı Soğuk savaşın da etkisi ile 1940’ların sonunda Doğu ve Batı blokları biçiminde ayrılmış olarak kurulan Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Alman Federal Cumhuriyeti 1961 yılında Berlin Duvarının inşa edilmesi ile iyice birbirinden ayrılan iki devlet olmuştur. Çok farklı yapılarda olmalarına rağmen tarihsel miras, ekonomik, siyasal ve toplumsal bir dizi mevcut bağlantıyla birbirlerine bağlı kalmışlardır.

Bu iki Almanya’nın Berlin duvarı ile ayrılması Doğu’dan Batıya olan göçleri etkilememiş, Doğu ile Batı arasındaki farklardan zarar gören kamuoyu, iki Almanya’nın birleşmesi için tepkiler göstermeye başlamıştı. Bu tepkiler netice verdi ve 1989 yılında Berlin Duvarı da yıkıldı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1980’lerin sonunda artık sona yaklaşması ve Avrupa’da yaşanan 1989 ihtilallerinden de etkilenen İki Almanya’nın resmen birleşmesi ise 3 Ekim 1990’da gerçekleştirilebilmiştir.

 

KAYNAKÇA

  • Mary Fulbrook – Almanya’nın Kısa Tarihi – Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi – 2014
  • Fahir Armaoğlu – 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi – Alkım Yayınevi – 11. Basım
  • Doç. Dr. Nurgün Koç – “Soğuk Savaşta Almanya: Bölünmüş Almanya’nın Birleştirilmesine Yönelik Çabalar” Makalesi
  • Buket Ökten – Ostpolitik’ten günümüze Almanya’nın Orta ve Doğu Avrupa Politikaları – Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
  • Davut Dursun – Diyanet İslam Ansiklopedisi “Almanya” Maddesinin “Tarih” Makalesi
  • Tarihten Bugüne Ülke İhlal Karneleri – Uluslararası Halk İhlalleri İzleme Merkezi(UHİM) – 1. Basım – 2014
  • Almanya’da Doğu ile Batı Arasında Uçurum – Jochen Vock – 2009 – “Deutsche Welle(DW)” Website
  • “Bir Gafla Berlin Duvarı’nı Yıkan Adam” – Gizem Acar – Milliyet Gazetesi 04.11.2015 tarihli sayısı

2 thoughts on “II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI BERLİN DUVARI’NIN YIKILIŞINA KADAR ALMANYA’NIN DURUMU(1945-1990)

Add yours

  1. Berlin duvarı 1989 yılı 9 Kasımda uurulmaya başlamıştır….Sizin bu makalede yalnış yazılmış tarih

    Like

    1. 9 kasım 1989 tarihi, Berlin Duvarı’nın yıkılış tarihi değildir, Berlin Duvarı’nın kanun çerçevesinde hükümsüz kaldığı tarihtir. Yıkılışı daha sonra gerçekleşmiştir.

      Like

Leave a comment

Create a website or blog at WordPress.com

Up ↑